27 Nisan 2012 Cuma

Resim yaparken dikkat edilecek bazı hususlar





Resim yaparken dikkat edilecek bazı  hususlar





Kompozisyon:
Kompozisyon tüm sanat dallarının en önemli öğelerinden biridir.
Göz, bir sanat eserini algılarken anlamlı bir bütünü kavrar ki o zaman biz, o sanat eserinden haz alırız.
Bütünü meydana getiren parçaların düzenlenmesinde uyum ve denge yoksa o bütünü kavramada zorluk çekeriz.
Örneğin resimde, eseri meydana getiren şekiller, renklerin, açık-koyu değerlerin ve çizgilerle yüzeylerin dengeli ve uyumlu olarak bir araya getirilmesiyle anlamlı bütüne ulaşılır.
Algılanmanın sağlanması için tüm öğelerinin arasında ”Birlik” kurulmuş olması gereklidir.


Denge:
Resimde resmi oluşturan öğeler arasında bir dengenin olması gerekir.
Bu denge resimde kontrastlarla sağlanır.
Örneğin;büyük-küçük, uzun-kısa, yuvarlak-köşeli, açık-koyu, parlak-mat gibi zıtlıklar resmi dengede tutar. 


Oran:
Aynı biçimlerin, aynı büyüklüklerde olması resmi monotonlaştırır.
Biçimleri farklı ölçülerde kullanmak bu monotonluğu bozar,resme hareket getirir.
Örnek: Evlerin, ağaçların, sokakların hep aynı ölçülerle ve aralıklarla yerleştirildiği resimlerdeki monotonluk hem resmin perspektif açısından hem de dengesi açısından büyük yanlışlıklara yol açar.
Bir resimde biçim,leke, renk gibi öğelerin farklı ama dengeli bir bütünlük oluşturması gerekir. 


Renk:
Doğada bulunan cisimler tarafından yansılanan ışığın gözde oluşturduğu duyumun beyin tarafından tanınıp okunmasına bizdeki etkisine renk diyoruz.
Güneşli bir günde renklerin daha parlak, daha canlı olmaları; kapalı bir havada ise renklerin parlaklığını kaybetmeleri ve olduklarından daha koyu görünmeleri rengin ışığa bağlı olduğunu gösterir.
Zaten ışık olmadığı zaman her şey, şekil ve renk olarak karanlıkta kaybolur.

* Güneş ışığı, bir prizmadan geçirilince YEDİ RENK grubu meydana gelir.
   KIRMIZI               
   TURUNCU            
   SARI                  
   YEŞİL                
   MAVİ               
   LACİVERT          
   MOR                

İşte güneş ışığında depo olmuş bu renkler bir eşya üzerine geldiğinde, o cisim renklerin bir kısmını yutar, bir kısmını da yansıtır. Bu olayın sonucu olarak da cisimler bize yansıttığı renkte görünürler. Örneğin bir eşyanın kırmızı olarak görünmesinin nedeni, o cismin güneş ışığından sadece kırmızı rengi yansıtması ve 
diğer renkleri tutmasındandır. 

* ANA VE ARA RENKLER :
Renk çemberi dikkatlice incelendiği zaman, üç ana (esas) renk olduğu görülür. Bunlar KIRMIZI, SARI ve MAVi'dir. Bu ana renklerin ikişer ikişer aynı ölçüde karışmasından meydana gelen renklere ara (yardımcı) renk denir.

* ANA RENKLER:
   KIRMIZI         
   SARI             
   MAVİ          

* ARA RENKLER: 
   TURUNCU        
   YEŞİL            
   MOR            

* ARA RENKLERİN OLUŞUMU: 
   KIRMIZI  +  SARI  >  TURUNCU        
   SARI    +  MAVİ   > YEŞİL            
   MAVİ   +  KIRMIZI  > MOR              

Mavi ile mor rengin arasındaki yedinci renk lacivert, mavinin bir tonu olduğu için bu sınıflandırmaya konulmamaktadır. Doğada bulunan bütün renkler yukarıda gördüğümüz ana renklerden doğar.


Bunların arasında olmayan siyah ve beyaz, şu şekilde meydana gelir: Bir cisim güneş ışığında depo olmuş renkleri yansıtmayıp yutuyorsa siyah, eğer tümünü yansıtıyorsa beyaz olarak görünür. Bir renge siyah ya da beyaz katılırsa o rengin tonları elde edilir. Örneğin maviye biraz siyah katılırsa mavinin koyu tonu, beyaz katılırsa mavinin açık tonu olur. Bu durumda mavi, renk olarak kalmış; fakat tonları değişmiştir. Siyah ya da beyazla tonları değiştirilen renkler kıymetlerinden kaybederler. Derinlik vermek için bu yola başvurarak yapılan resimlerin renklilikleri azalır. Bu nedenle siyah, beyaz ve bunların karışımından meydana gelen griler, renk olarak sayılmazlar.

* RENK SAYILMAYANLAR:
   SİYAH + BEYAZ  >  GRİ        

Ana renkler dediğimiz kırmızı, sarı, mavi kendi aralarında eşit ölçülerde karıştırıldığında, yardımcı renkler olan turuncu, yeşil, moru meydana getirdiğini gördük. Bu üç ana renk yine kendi aralarında bu kez değişik ölçülerde karıştırılırsa güneş ışığında bulunan altı rengin sayısız dereceleri bulunur.

* YARDIMCI RENKLER:
   SARI     + ÇOK MAVİ  > KOYU YEŞİL              
   SARI    + ÇOK KIRMIZI > KOYU TURUNCU          
   KIRMIZI + ÇOK SARI  > AÇIK TURUNCU            
   KIRMIZI   + ÇOK MAVİ > LACİVERT                   
   MAVİ    + ÇOK SARI  > AÇIK YEŞİL                 
   MAVİ     + ÇOK KIRMIZI >  ERGUVAN                   
   SARI     + AZ MAVİ   >  AÇiK YEŞİL                 
   SARI    + AZ KIRMIZI  >  AÇİK TURUNCU            



IŞIK- GÖLGE:
Resimde  hacim ve derinlik vermek için ışık ve gölgeye ihtiyaç duyarız.
Resim çalışmalarında ışığın bol geldiği yerlerde renkleri açık, gölgeye gelen kısımlarını da koyu ve kalın çizersek, resmimizin daha güzel şekillendiğini görürüz.
Örneğin ışıklar sarı ve turuncu tonlarında, gölgelerse koyu mavi ve mor renklerle anlatılır.

PERSPEKTİF:


Doğadaki varlıklar,bize yakınsa gerçek ölçüleri ve renkleri ile görünürler.
Ancak bizden uzaklaşıyorlarsa varlıklar küçülür ve renkleri de soluyor hissini verir.
İşte gözümüzün bu görüş hissini,bazı kurallara bağlı olarak resimde çizgi ve renk olarak göstermek işine perspektif diyoruz.

Bu yüzden resim yaparken perspektif kurallarına dikkat ederek aynı şiddetteki renkten bize yakın olanın daha parlak, uzakta olanın da daha donuk göründüğünü unutmamız gerekir.

8 Nisan 2012 Pazar

Empresyonizm

Empresyonizm nedir?






Nesneyi doğrudan doğruya tasvir ve analiz etme yerine, onun uyandırdığı duyguları anlatma yolu. 
İzlenimcilik anlamına gelen empresyonizmde sanatçılar dış dünyaya ait olanı; ışığı, renkleri, tepkileri, hüzünleri işlemekte ve yakalanan anlık konuları resmetmektedir.
Bu akım ışık ile resim yapma olarak tanımlanmaktadır.
XIX yüzyılın sonlarında Fransa’da doğdu. önce resimde, sonra diğer sanatlarda tesiri görüldü.


Bu dönemin en önemli temsilcileri: Claude Monet, Auguste Renoir, Vincent van Gogh, Cezzanne, Toulouse Leatrec, Sisley, Camille Pissarro'dur.
Claude Monet'nin "Doğan Güneş, Empresyon" diye isimlendirdiği, hararetli çekişmelere yol açan tablosu, gerçekten de Empresyonizm akımının bay­raktarı olacak kadar devrimci, ihtilâlci bir eserdi.

Claude Monet, bu tabloyu, sabah sisi içinde, Argenteuil'de, Seine Nehri kıyısından yapmıştı. Tablo­yu mavi bir buğu kaplıyordu. Uzaktan, mavilikler içinden portakal rengi bir güneş doğuyordu. Tablo­da her şey belli belirsizdi. Net, kesin resmedilmiş hiç­bir biçim yoktu. Tablo, Claude Monet'nin deyimi ile, "tabiata açılmış bir pencere" idi.

Claude Monet ve arkadaşları biçimlerin, tabiat manzaralarının sertliğini, kesinliğini değil, ak­sine, tatlılığını, yumuşaklığını canlandırmak istiyor­lardı. Gerçekten de tabiatta bütün biçimler hava kat­ları içinde yumuşamış, sanki erimiş gibi değil mi idi? Güneşin doğuşunda, batışında sular, kıyılar, ağaçlar, evler, hattâ insanlar atmosferin kâh mavi, kâh mor, sarı yada turuncu cıvıltısı içinde eriyor, maddelerini yitiriyorlardı. Hele uzaklar, arka plân­lar büsbütün siliniyor, hafif, bellisiz buğular halin­de eriyorlardı.Günün her saati başka idi. Klâsik ressamların hiç ilgilenmedikleri bu başkalık, Empresyonist res­samlara boyuna değişen, boyuna yeni âhenklere bü­rünen bir hayal âleminin kapılarını açıyordu. Orman içleri, nehir kıyıları, köy evlerinin turuncu damları, yelkenliler, havada dalgalanan bayraklar, güneşli pırıltılar içinde gezinen beyaz entarili kadınlar, ekil­miş tarlalar, tabiat ortasında, gün ışığı altında rast­lanan bütün bu konular Empresyonist ressamların başlıca temaları idi.

Empresyonistler atölye çalışmalarından kaçını­yorlardı.  Empresyonistlerin atölyesi tabiatın kendisi, nehir kıyısı, ağaç gölgesi, tarla ortası idi.


Resimlerdeki ışık renkleri sarı, turuncu, kırmızı, gölgeler mor, mavi olacaktı. Tablo, bir yandan sıcak, bir yandan soğuk renklerin denklendiği par­lak, şeffaf, pırıltılı, cıvıltılı, bol ışık veren, güneşi duyuran bir alan olmalı idi. Tabloyu seyredenin gö­zü kamaşması gerekti. Empresyonistler boyayı tuval üstüne, eski res­samlardan çok değişik bir teknikle sürüyorlardı. Boya karışımlarını azaltmışlardı. Belli bir "ton" u, bir renk kıymetini bulmak amacıyla birbiriyle karıştırı­lan renklerin kimyevî barışmazlık yüzünden sonun­da karardığını, şeffaflıklarını yitirdiklerini anlamış­lardı. Bu yüzden karışımları azaltmışlar, üçten faz­la rengi hamur haline getirmemeye çalışmışlardı. Da­ha uzağa giderek, renkleri palette karıştırmadan tu­val üstüne yan yana sürüyorlardı. Böylelikle karışı­mı, tabloya uzaktan bakan seyirci gözü yapıyordu. Örneğin, mavi ile sarı karışımından doğacak yeşil, bu renkler tuval üstüne yan yana sürülmekle sağla­nabiliyordu. Bu tarz gerek mavinin, gerek yeşilin bütün kıymetleriyle canlı kalmasını, karışarak kir­lenmemesini sağlıyordu. Tuval üstündeki yakınlıkla­rı karşılıklı etkiyi doğuruyor, yan yana sürülmüş ma­vi ile sarı, otomatik olarak yeşil rengi doğuruyor­du.Ressamı bun­dan böyle ilgilendirecek ancak tabiat olacaktı. Hem de açık, pırıltılı, güneşin olanca kuvvetiyle egemen olduğu bir tabiat.







2 Nisan 2012 Pazartesi

Mihri Müşfik Hanım



Merhaba arkadaşlarım,  
Bugün size, belki de ismini hiç duymadığınız ilk Türk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik Hanımdan kısaca bahsedeceğim,




Mihri Müşfik Hanım, ‘’’Mihri Rasim’’’, (d. (1886İstanbul- ö. 1954New York), 
Türkiye’de çağdaş resim çalışmalarını ilk başlatan kadın ressamdır. 
İtalyan ressam Fausto Zonaro'dan da resim dersi alan Mihri Hn. özellikle portreleriyle tanındı. Tanınmış kişilerin portrelerini yaptı; portresini yaptığı kişiler arasında Mustafa Kemal Atatürk ve Papa XV. Benedict de vardır. Kız öğrencilerin devam ettiği bir Güzel Sanatlar Akademisi olan İnas Sanayi Nefise’nin ilk kadın yöneticisi oldu; pek çok kadın ressamın yetişmesine emeği geçti. Resme olan tutkusu nedeniyle aristokrat yaşamını terk etti, bohem ve yoksul bir yaşam sürdü. 
İstanbul’da bulunduğu dönemde, İbrahim ÇallıHikmet OnatFikret AdilNamık İsmail gibi ressamların yanısıra Tevfik Fikret ile dost oldu. Edebiyat-ı Cedide şairlerinin yazdıklarını resimleyerek bir “Edebiyat-ı Cedide Resmi” yarattı.
Ruşen Eşref Ünaydın, Tevfik Fikret ile ilgili anılarında, şairin Mihri Hanım ile ilgili yorumlarını şöyle dile getirir:
Yukarıda bir hanım var. Resimler yapıyor. Bir de «Rübab»ı o kadar güzel yorumluyor ki, yazdıklarım bu kadar anlamlı mı imiş!diye şaşırıyorum.
Mihri Müşfik Hanım, şiirleri resimlemenin yanı sıra Edebiyat-ı Cedideci şairlerin portrelerini çizdi. 1915’te Tevfik Fikret’in ölümü üzerine yüzünün kalıbını alarak heykelini yaptı. Bu, Türkiye’de yapılan ilk mask çalışmasıdır. Mask, Aşiyan Müzesi'nde sergilenmektedir.
1922 yılının sonuna doğru yeniden İtalya’ya gitti. Portreler yaparak uzun süre yaşamını sürdürdü. Konu olarak hep ünlü kişileri seçti. İtalyan şair Gabriele d'Annunzio ile birlikte olduğu dönemde onun aracılığıyla birkaç kez Vatikan’a kabul edildi ve Papa’nın bir portresini yaptı, ayrıca bir kilisenin fresklerinin onarımında çalıştı. Vatikan’da ilk kez bir Papa, başka dinden bir kadın ressama poz vermiştir. Bu tablo yeni Papa’nın seçimine kadar Vatikan Müzesi’nde kaldı.
İtalya’dan sonra Paris’e geçen Mihri Hanım, bu dönemde "Çingene" isimli tablosunun Louvre Müzesi’ne kabülü ile mutlu oldu (eserin bir kopyası İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ndedir) ancak kızkardeşi Enise Salih Hanım’ı ve yeğeni Hale Asaf’ı kaybettikten sonra Paris’te yaşamak istemedi. Ülkesinde ise kendisine karşı baskıcı bir tutum olmasından ötürü ABD’de yaşamayı tercih etti. Bir süre New YorkWashingtonChicago’da üniversitelerde konuk resim profesörlüğü yaptı ve zengin Amerikan ailelerine özel dersler vererek geçimini sağladı. 26 Aralık 1928 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre New York’un Geroge de Maziroff Galerisi’nde bir de kişisel sergi düzenledi. Yaşlılığı yoksulluk içinde geçti. 1954’te New York’ta yaşamını yitirdi ve Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldü.

Mihri Müşfik Hanım ve yeğeni Hale Asaf [değiştir]

Mihri Müşfik Hanım’ın, Hale (Salih) Asaf’ın ilk resim hocası olmakla birlikte, ona resimden vazgeçmesini öğütlediği ve sonraki dönemlerde dargın oldukları bilinmektedir.
Mihri Hanım, Hale Asaf’ın yirmili yaşlarını sürdüğü dönemlerden başlayarak onun resimden vazgeçmesini istemiş ve zaman zaman Ben resim yaptım da ne oldu? Sanat karın doyurmuyor... Tablolarını mı yiyeceksin?” ya da “...Ben güzelim, başımın çaresine bakarım, sende o da yok ama resim yapmaya devam et!..şeklinde yeğenine çıkıştığı.
Taha Toros, pekiştirici olarak Mihri Müşfik Hanım’ın yurtdışından göndermiş olduğu bir mektubundan şu satırları yayınlar:
...Senelerce çalışmakla ben neye muvaffak oldum? Hiç.. Üstelik sıhhatimi kaybettim. Vaktiyle «Herkül» idim. Şimdi merdivenleri çıkamıyorum.. San’at beni bu hale koydu..Hele gözlerim hiç görmüyor. Çifte çifte gözlük kullanıyorum.. Parasızım. Bizim gibi -Avrupa’ya nazaran- geri kalmış bir memlekette san’atkarın yolu kadar güç bir yol yoktur. Bizimkisi fazla fedakarlık isteyen bir meslek..
Bugün bana, gençliğimi hediye etseler, bu meslek uğrunda çektiklerimi çekmek korkusundan, reddederdim! Çektiğim meşakkatleri bir ben bilirim bir de Allah bilir..
...Her sanatkar, karşısındaki sanatkarı, daima, kendisinden aptal görür! O’nun on senede yaptığını, kendisinin bir senede yapacağını sanır. Bir iki yıl içinde, hayatını kurtaracağına, köşeyi döneceğine emindir!
Heyhat ve yine heyhat! İşte sanatın esrarı burdadır. Sanatkarın yolu, yürüdükçe uzar gider...
...Bizim ailenin yegane hususiyeti, inadındadır. Ben herşeyde olduğu gibi sanat hayatım boyunca, inadımla yaşadım. Bugün, buna, bin kere pişmanım.
Bu satırlar, Mihri Müşfik Hanım’ın içerisinde bulunduğu durumu açıkladığı gibi, hangi koşullar içerisinde yeğenine resmi bırakmasını öğütlediğini de anlatmaktadır.